Mağdur (ve) Hukuk

Mağduriyet her zaman hukukun alanı içerisinde ele alınabilecek bir konu mudur? İlk anda öyleymiş gibi görünür. Zira hukuk metinleri çok kere suçtan zarar göreni “mağdur” şeklinde tanımlama eğilimindedir. Bu eğilimin maalesef, gündelik hayatımızda da etkin olduğunu söyleyebiliriz.

Ceza hukukunda suçtan zarar görene “mağdur” deniliyor. Oysa gündelik hayatta mağdur olmak için ille de işlenmiş bir suçtan zarar görmek gerekmiyor. Adil olmayan bir paylaşım, ilişki ya da iletişim de tarafların birisinin mağdur olmasına sebebiyet verebilmektedir. Veya tıpkı “Filler tepişir, çimenler ezilir” sözünde olduğu gibi başkalarının güç mücadelesinden üçüncü şahıs sıfatıyla mağdur olarak çıkabilirsiniz. Bu durumda ortaya çıkan maddi ya da manevi kayıplarınızın nasıl giderileceğine dair bir destek bulmakta da zorlanabilirsiniz.

Hayat her zaman olağan şekilde akmamaktadır. Kimi zaman olağan dışı gelişmeler bizi cenderesine alabilmektedir. Bu durumda tarafı olmadığımız bir mücadelenin mağduru olarak ortada kalıverebiliriz. Bunun adına mağduriyet demek gerekir mi? Bu cevaplanması zor bir soru.

Diğer yandan, mağduru tespit etmek ve mağduriyeti gidermek misyonuna sahip olan hukuk sisteminin, bizzat bir mağduriyet kaynağına dönüşmesi de söz konusudur. Böyle bir durum karşısında bireyin maruz kalacağı çaresizliği aşması ise çok güçtür. Günümüz Türkiye’sinde yasama, yürütme ve yargı erklerinin kuvvetler ayrılığı prensibini hiçe sayarak ve adeta fikir birliği etmişçesine mağduriyet üreten bir mekanizmaya dönüşmesini acıyla ve hiddetle izliyoruz.

Somut çıkış yolları büyük oranda kapatılmış olan birey, çareyi depresif tavırlar sergilemekte ya da kriminal süreçlere girmesine neden olabilecek tepkisel davranışlarda arayabilir. Bu durumda birey yeni bir mağduriyet macerasına (ama bu sefer kendi hataları yüzünden) savrulmak zorunda kalabilir. Haklı olduğu bir davada haksız konuma düşmenin bir örneği bu durum olsa gerek.

*****

En büyük mağduriyetler devletlerin uygulamalarından kaynaklananlardır. Zira devlet, gündelik hayatına çeki düzen vermek isteyen bireyin gözü kapalı biçimde güven duymak istediği bir güç odağıdır. Ve neredeyse hiç kimse bu güç odağından kendisine bir zarar dokunabileceği ihtimalini hesaba katmaz.

İşte bu noktada devlet erki tarafından “bir şekilde” hukukun alanına sokuşturulan konular mağduriyet oluşturan bir sisteme dönüşmektedir. Siyasal duruşumuz ya da kimliğimizden ötürü devlet otoritesinin üzerimize çökmesi, bunun en yaygın olan biçimidir. Devletin, kendi varlığı ve selameti açısından sakıncalı olduğunu zannettiği eylemlerin ya da bizzat bireylerin (dinsel, ırksal, aidiyete dönük) kimliklerinden kaynaklanan durumları karşısındaki “taraflı” tutumu, bir mağdurlar ve mağduriyetler tablosunun ortaya çıkması için yeterli olabilir. Böyle bir durumda bireylerin devlet erki karşısında kendilerini savunmak (yani mağdur olmamak) için kullanabilecekleri bir çıkış kapısı kalmamaktadır. Zira tehdit algısını kimlikler ve kişilikler üzerinden geliştiren yönetim anlayışı zaten hukuku çoktan kendi vesayetine almış demektir.

Kamu otoritesinin vesayetindeki bir hukuk sistemi ise bırakın mağduriyetlerin giderilmesini, bir sistem olarak bizzat kendisi yeni mağduriyetlerin oluşmasına katkı sunacaktır/sunmaktadır. Türkiye’de bugün artık neredeyse her ailenin, akrabaları ya da mahalle komşuları arasında bunun örnekleri ile karşılaşmak mümkün.

Nihayetinde suç, hukuki bir kavramdır. Kanun metinlerinde ve hukuk doktrininde suçun tanımı ve açıklaması ziyadesiyle yapılmıştır. Bununla birlikte zamanın ruhuna uygun olarak hukuk alanında ve doğal olarak suçun tanımında da birtakım nüanslar ortaya çıkabilir. Hatta söz konusu nüansların oluşmasında devrin politik akımlarının etkilerinin görülmesi de mümkündür. Fakat hiçbir zaman bu değişim ve başkalaşım sürecinin siyasal iktidarların menfaat odaklı bakış açılarının etkisinde kalmasına fırsat verilmemelidir. Aksi takdirde hukuk siyasetin emrine girmiş olur ki, bu durumda ne toplumun adalet ihtiyacı karşılanabilir ne de bireyin adalete olan güveni sağlanabilir.

Mağduriyetle ortaya çıkan hak kaybı, kısmen de olsa hukuk alanı içerisinde telafi edilebilir. Yasaların belirlediği suç tanımı bağlamında hakkı ihlal edilmiş olanın “mağduriyeti” ceza ya da idare hukukunun belirlediği limitler içerisinde ve “somut”a indirgenmiş bir biçimde “telafi” edilir. Yani failin ceza hukukuna göre cezalandırılmasına ya da “manevi” tazminat ödemesine hükmedilebilir. Failin cezalandırılması ya da manevi tazmin, mağdur bireyde oluşan ruhsal yaraları ne derecede onarır, bunu kestirmek pek mümkün değil. Fakat hukuk sisteminin topluma adalet dağıtmasını sağlamanın işlevsel başka bir yolu da şimdilik görünmemekte.

Mağduriyetlerin giderilmesi ve ortaya çıkan hak kayıplarının telafisi için hukuk dışındaki meşru yol ve yöntemleri de hayatımıza dahil edebilmenin arayışını sürdürmek zorundayız.