İspanya, Norveç ve İrlanda’nın öncülük ettiği ve İngiltere, Kanada, Avustralya, Fransa gibi Batılı ülkelerin de katıldığı “Filistin’i devlet olarak tanıma” dalgası, yaklaşık 75 yıllık bir sorunun en içinden çıkılmaz olduğu dönemde akıllara “Neden Şimdi?” sorusunu getirdi.
Yıllardır devam eden işgal girişimi ve yerleşim ile orantısız güç kullanımına sessiz kalarak destek veren hatta silah yardımı ve satışı yapan ülkeler, İsrail’in askeri ve diplomatik olarak en güçlü olduğu, iki devletli çözümün neredeyse imkânsız göründüğü bir süreçte Filistin’i tanıyarak neyi amaçlıyor olabilirler? Bu, devlet olarak tanıma dalgası, Gazze’deki on binlerce sivilin ölümünün ardından uyanan gecikmiş bir vicdanın sesi mi, yoksa ABD Başkanı Trump’ın göreve gelmesi ile uluslararası birçok sistemin tıkandığı noktada yeni bir stratejinin ilk adımı mı?
Öncelikle, Filistin’in Devlet olarak ilan edilmesinden bu yana geçen sürece bir göz gezdirmekte yarar var
Filistin Devleti’nin Kuruluşu ve Tanınma Süreci
Filistin Devleti, 15 Kasım 1988’de Cezayir’de Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) tarafından ilan edildi ve bu ilanın ardından Türkiye, Rusya, Çin gibi 90’dan fazla ülke tarafından tanındı. Günümüzde ise Birleşmiş Milletler’in 193 üyesinden 157’si Filistin’i devlet olarak kabul ediyor, ABD, Almanya gibi ülkeler ise “İsrail’in güvenliği” ve Hamas’ın rolü gibi gerekçelerle iki devletli çözümün ön koşul olduğunu savunmaktalar.
Fransa, İngiltere, Kanada, Avustralya, Portekiz, Belçika, Lüksemburg ve Malta gibi ülkeler 2025’te Filistin’i resmen tanıdıklarını duyurdu. Fransa Cumhurbaşkanı Macron, bunu “barışın ön koşulu” olarak nitelendirdi.
İspanya, Norveç, İrlanda ve Slovenya ise 2024’te öncülük ederek toplam tanıyan ülke sayısını 157’ye çıkardı.
Almanya ve İtalya gibi ülkeler tanıma statüsüne temkinli yaklaşıyor, bunun yerine müzakereyi önceliklendiriyorlar.
Hollanda Hamas’ın silahsızlandırılması şartını öne sürüyor.
İspanya tanımakla da kalmayıp İsrail ile olan silah anlaşmalarını askıya alarak, futbol dahil İsrail’in tüm spor müsabakalarına katılımının engellenmesi çağrısında bulundu.
ABD ise İsrail’e koşulsuz destek veren başlıca ülke olarak Gazze’deki sivil kayıpları “teröre karşı savunma” ve “meşru savunma” gerekçesiyle görmezden geliyor. Trump yönetimi, tanımanın “Hamas’ı ödüllendireceğini” savunarak askeri yardımı sürdürüyor.
Avustralya’nın bazı muhafazakar kesimleri ve İngiltere’nin içindeki İsrail lobileri de benzer tutum sergiliyor, güvenlik endişeleri ve stratejik müttefiklik nedeniyle soykırım iddialarını reddediyor. Bu ülkelerin gerekçeleri, İsrail’in Orta Doğu’daki rolünü koruma ve iç politikada Yahudi lobilerinin baskısı olarak öne çıkıyor.
Geçmiş ve Günümüzdeki Barış Girişimleri
Geçmişte Oslo Anlaşmaları (1993) gibi girişimler barış umudu sunsa da İsrail’in yerleşim politikaları ve Filistin tarafında bulunan grupların saldırıları iki devletli çözümü baltaladı. Hamas’ın 7 Ekim saldırısından bu yana yaklaşık 2 yıldır devam İsrail saldırıları sonucunda 60.000 fazla sivilin öldüğü (çoğunluğu kadın ve çocuk) geçmişteki çatışmalardan (örneğin 2008-2009 savaşı: 1.400 ölü) katbekat ağır bir mağduriyet oluştu. Abluka altında kalan Gazze’nin açlık, susuzluk, altyapı yıkımı, hastane ve göçmen kamplarının bombalanması gibi sebepler bazı kesimlerin yaşananları “soykırım” olarak değerlendirmesine neden oldu.
Filistin’i tanıma adımları, İsrail’e “işgalin sürdürülemez olduğu ve diplomatik izolasyon riskinin arttığı” mesajını verirken, dünya kamuoyuna “ahlaki sorumluluğun ve uluslararası hukukun önceliğini” vurguluyor. Bu hazırlıklar, ABD’nin tek taraflı desteğine alternatif bir Batı yaklaşımı sunarak, Filistin halkının meşruiyetini pekiştiriyor. Mesajlar, barışın diplomasi ve baskıyla sağlanabileceğini işaret ederek, Gazze’deki krizi küresel bir vicdan meselesi haline getiriyor.
Bu adımlar, İsrail’in katı politikalarında kısa vadede yumuşama sağlamasa da uzun vadede diplomatik baskıyı artırarak müzakereleri teşvik etme potansiyeli taşıyor. Örneğin AB’nin İsrail ile anlaşmalarını gözden geçirmesi gündeme gelebilir.
Yumuşama, uluslararası meşruiyet kaybı korkusuyla sınırlı kalabilir, ancak Hamas-İsrail gerilimi gibi faktörler engel oluşturuyor. Bu potansiyel, yaptırımlarla birleştiğinde elbette daha etkili olacaktır.
Sonuç olarak, İspanya, Norveç ve İrlanda’nın öncülük ettiği tanıma dalgası, Filistin için gecikmiş ve birçok açıdan doğru bir adımdır. Ancak zamanlamanın, İsrail’in mevcut askeri gücü ve saldırıları karşısında herhangi bir kayda değer etkisi olmamıştır. Batı’nın geçmişteki, adalet ve insan hakları gibi konularda sergilediği çelişkili politikalar, atılan adımların samimiyeti ve etkisi konusunda akıllarda soru işaretleri bırakmaktadır.
Başta Filistin’i devlet olarak tanıyan ülkelerin ve devamında ise Batı’nın bundan sonra atacağı adımlar tanıma ile ilgili amaçlarını ortaya çıkaracaktır. Filistin’e başta insani yardım, ablukanın tamamen kaldırılması, İsrail saldırılarının durdurulması vb. adımlar “vicdan” eksenli hareket edildiğini gösterecektir. İsrail’i barışa zorlamadan ve caydırıcılık sağlanmadan İsrail’i “kendi haline bırakmak”, vicdan rahatlatma ve gaz alma girişiminden öteye geçmeyerek “kötü bir strateji” olarak insanlık tarihinde yerini alacaktır.
















