Partisiz Bir Türkiye Mümkün mü?

Yaklaşık 17 yıl önce ATV ekranlarında yayınlanan ‘Sayın Bakanım’ isimli dizide geçen çok meşhur bir diyalogdan bahsederek konuya girmek istiyorum. Dizide muhalefet ile iktidar arasındaki ilişkiye dair bir konuda Bakanlık Özel Kaleminde görevli memur ile Bakanlık Müsteşarı arasında geçen diyalog şöyleydi:

  • Muhalefetin amacı iktidarı devirmek değil midir?
  • Başka ülkelerde olsa dediğin doğru, ama bizim ülkemizde muhalefetin amacı iktidar olmak değildir. Muhalefetten düşmemektir.

Şimdi ülkemiz siyasetine baktıkça aslında o günden bugüne pek de bir şeyin değişmediğini görüyoruz. Herkesin siyaseti de futbolu da çok iyi bildiğini zannettiği bir ülkede yaşıyoruz.  Bu yüzden örnekleri futboldan vermek, ilgi çeker sanıyorum. İşin ilginç yanı ise bu kadar çok ilgi duymamıza rağmen her iki konuda da nedense pek başarılı olamıyoruz.

Son yıllarda AKP iktidarını bulunduğu konumdan indirecek, hatta siyaset sahnesinden silecek o kadar çok (sansasyonel) konu gündeme geldi ki; AKP’nin hala iktidarda olması, sadece AKP’nin seçim başarısı veya muhalefetin basiretsizliği ile açıklanabilecek kadar basit değil.

17-25 Aralık soruşturmaları, 15 Temmuz süreci, KHK’lar, gazetecilerin, siyasetçilerin hapse atılması, önü alınamayan zamlar ve hayat pahalılığı, AKP’lilerin ve yandaşlarının liyakate bakılmadan aile şirketine girercesine devlet kurumlarına girmesi, aşırı lüks yaşamları gibi birçok konu gündemimizden düşmüyor. Bu konular bağlamında muhalefetin; eline geçen siyasi fırsatları acemi forvetler gibi basit hatalarla kaçırması, dahası her seferinde kontra ataktan gol yemesi kolay açıklanabilir bir durum değil.

Yaşanan hemen her olay gösteriyor ki AKP’ye muhalif tüm partilerin önemli konumlarında ve ciddi sayıda ‘devlet memuru’ mantığıyla görev yapan ve Hükümetten emir alan vekiller, görevliler var. Bu ‘devlet memurları’ AKP siyaseten zor durumda kaldığında harekete geçerek kendi partileri içerisinde krize neden olacak bir olaya sebebiyet veriyorlar.

Muhalefetin, iktidarı köşeye sıkıştırması gereken bu türlü zamanlarda kendi partisinin dertleriyle boğuşması, onu bir takım zorluklardan kurtardığı gibi yöneticilerinin de halka şu mesajı vermesini sağlıyor: ‘Bu partiler daha kendilerini yönetemiyorlar, ülkeyi nasıl yönetecekler’.

Bu tıpkı şuna benziyor: Rakip takımdan bir futbolcu tehlikeli bir yerde top kaybettiğinde siz atağa kalkarsınız. Tam rakibe karşı tehlikeli bir atak girişimindeyken, takımınızdan bir oyuncu kendi takım kaptanına ya da oyuncularınızdan birine tekme atar ve her şey alt üst olur. Günümüzün siyaset arenasında yaşananlar da tam olarak böyle.

İktidarın ve muhalefetin etkin bir siyaset izlediği veya halka hizmeti merkeze alan parti politikalarının olduğunu söylemek maalesef mümkün değil. Daha çok rakiplerinin açıkları üzerinden kendilerini ehven- i şer olarak sunma gayretindeler.

Suistimaller Zinciri

Günümüz Türkiye’sinde yürütülen siyasal çalışmalar ve partilerin siyaset sermayeleri aslında diğer insanlarda o sermayelere karşı antipati oluşmasını sağlıyor. Bu bağlamda partilerin kullandıkları argümanları ve değişik toplum kesimleri açısından önemli olan değerleri suiistimal ettiklerini görüyoruz. Mesela;

AKP’nin suistimalleri nedeniyle dindarlar daha önce hiç olmadığı kadar antipati toplamış durumda. Özellikle gençler arasında ateizm ve deizmin yayılmasında çok büyük etkileri olduğunu aşikâr. Toplumun etik değerleri öylesine korozyona uğradı ki nesilleri etkileyecek seviyede derin yaralar açıldı. Yanlışlar doğru olarak görülüyor. Kişiler, devletmiş gibi, devlete ait imkânlar ise kişilerin hakkıymış gibi muamele görüyor.

CHP’nin suistimalleri nedeniyle; Atatürkçüler ve Cumhuriyet ciddi yaralar alıyor. Atatürk’ün tanrısal bir kutsanma ile anılması CHP’yi elitist ve halktan uzak bir çizgide gösteriyor. Ayrıca seküler olmayı dine karşı olmak sanan partililerin tutum, söz ve davranışları nedeniyle CHP, muhafazakâr halk kesimlerinin antipatisini topluyor.

MHP’nin suistimalleri nedeniyle milliyetçiliğin ve vatanseverliğin toplumdaki algılanış biçimi temelsiz ve içi boş bir hamaset olarak görülüyor. Milli duyguları ve halkın vatan sevgisini, ayrıştırma ve kutuplaştırma zeminine çeken bir anlayışla, kimi zaman ırkçılığa varan bir siyaset yürütülüyor. Ülkemizde yaşayan ve kökeni ya da aidiyeti Türk olmayan vatandaşlara karşı, kendini “milliyetçi” olarak tanımlamanın bir üstünlük nedeniymiş gibi sunulması, toplumda huzursuzluk ve kızgınlığa sebep oluyor. Daha kötüsü Kürt-Türk ayrılıkçılığının derinleşmesine neden oluyor.

HDP’nin suistimalleri için de MHP ile ilgili söylediklerimizi tekrar etmek mümkün. Onlar da çok zaman kökeni ya da aidiyeti Kürt olan vatandaşların aidiyet duygularını suiistimal ederek siyaset yapmaktalar. Partinin yerel teşkilatları seçmenlerine mütemadiyen, zulme uğradıklarını ve ayrımcılığa maruz bırakıldıklarını telkin ederek toplumsal gerilime neden oluyorlar.

Görüşleri farklı görünse de neredeyse tüm siyasal partilerin aynı kırılgan fay hatlarının üzerinde yürüdüğünü görüyoruz. Hepsi demokrasiden, özgürlüklerden ve eşitlikten bahsediyor ama bu taleplerini sözde genele gerçekte ise sadece kendi seçmenlerine vadediyorlar. Parti menfaatlerine zarar verir kaygısıyla ülkeye faydalı veya insanlığın gereği olan meselelerde bile ses çıkarmaktan imtina ediyorlar.

Nihayetinde, giderek birbirine benzer şekilde siyaset yapan partilerin bu halini gördükçe, toplumda ‘partisiz’ vatandaşların sayının artacağını ve yakın gelecekte ciddi sayılara ulaşacağını düşünüyorum. Ülkemizde siyasi partilerin olmadığı bir sistemin mümkün olup olmayacağı fikri üzerinde düşünmeye değer. Siyasi partilerin ya da askeri diktaların olmadığı ve teknokratlar tarafından da yönetilmeyen bir Türkiye mümkün mü acaba?

Alanında yetkin ve tamamen liyakat süzgecinden geçirilerek seçilen kişilerden oluşan bir yönetim…

Siyasi ve sosyal ideolojisine bakılmaksızın ülkesine faydalı olacak ve bu konuda beklentisi olmadan görev yapacak vatandaşlardan oluşan bir hükümet sistemi…

Yaptıkları ile söyledikleri uyumlu olan, gösteriş için değil topluma hizmet için fikirler üretip, icraatlar yapan bir millet meclisi…

Hesap vermekten korkmayan, halka sunulan hizmeti lütuf değil görev addeden bir devlet bürokrasisi…

Evet, hangi açıdan bakarsak bakalım yakın gelecekte Türkiye’de uygulanması çok zor bir sistem gibi duruyor. En azından şu an görevdeki kadrolarla.

Yazımızı yine futboldan bir örnekle bitirelim öyleyse. Futbol takımları uluslararası düzeyde etkin ve güçlü olmak için transfer yapmaktan çekinmezler ya, siyaset arenasında da böyle bir şey mümkün olabilir belki. Yabancı oyuncu olmasa bile ülkemizde yetişen ama zaruri sebeplerden ötürü yurtdışına gitmek zorunda kalan siyaset yapma potansiyeline sahip sürgün değerlere yer verilebilir. Geleceğimiz için, daha iyi bir Türkiye için geçmiş acıları unutma ve el ele, omuz omuza verme zamanı geldi de geçiyor bile. Keşke daha fazla geç kalmasak

Mevcut siyaset aritmetiğinde, ‘Zararın neresinden dönersen dön, dönek derler’ anlayışı hâkim olsa da ben atalarımız gibi düşünüyorum: Zararın neresinden dönülürse kârdır.