Mağduriyetin Sıradanlığı ve Kanıksanmışlığı

Mağduriyetin bireysel hikâyesi, kişilerarası ilişkiler etrafında örgülendiğinde, bireyde oluşturduğu travmanın göstergeleri nispeten somut ve ölçülebilir niteliklere sahiptir. Bu ilişkinin aktörleri (her iki yönü için de geçerli olacak biçimde) çoğul öznelere dönüştükçe hem etki alanı genişlemekte hem de bireyde oluşturduğu negatif etkiler çoğalmaktadır. Bunun uç bir örneği, devlet tarafından kişiye, sahip olduğu siyasal, dinsel, ideolojik ya da kültürel birikimden ötürü reva görülen kötü muameledir.

Bir topluluğa ya da sosyolojik anlamıyla bir gruba karşı somutlaşan kötü muameleler, aç kalmaktan soykırıma tabi tutulmaya ya da ölüme mahkûm edilmeye kadar mağduriyetin derecesini yükseltir. Devlet, sahip olduğu yönetim aygıtını, elinde tuttuğu siyasal, hukuki ve idari güç mekanizmalarını (yine sosyolojik anlamlarına atıf yaparak söylüyorum) kişilerin ve toplulukların üzerinde her test ettiğinde toplumda yeni bir kırılma, yeni bir mağduriyet ve yeni bir çatışmanın zemini oluşur.

“Yanlış Bir Hayat Doğru Yaşanmaz”

Türkiye özelinde bunun örneklerini uzun yıllardır görmekteyiz. Yanlışlıklar üzerine bina edilmiş dinsel inanç ve milliyetçilik, yanlış yönlere kanalize edilmiş bireysel ikbal hırsları, ihtiraslar, kanıksanmış hak ihlalleri, mağduriyetlerin çeperini alabildiğine genişletmekte ve toplumsal uzlaşı zeminini de darmadağın etmektedir. Bozulan bu düzeni onarmak adına mağdurun bireysel gayretleri ve hak arama mücadeleleri kıymetli ve yer yer de etkili olabilmektedir.

Bununla birlikte, bozulan düzeni onarmaya dair öncelikli gayret, devlet sistematiğinin doğal işleyişi içerisinde rutin hale dönüşmüş durumdaki mağdur eden mekanizmanın isabetle tespitine yönlendirilmelidir. Ardından da en doğru ve en acil onarım çabaları bir araya getirilmelidir. Bu noktada bireysel sorumluluklardan daha önemli olan ise siyasal muhalefetin ve sivil toplum inisiyatiflerinin görüş ayrılıklarını bir tarafa bırakarak omuz omuza mücadele etmeleridir.

Mağdurun Seçenekleri

Yaşadıklarından kaynaklanan ilk şoku atlatan bir mağdurun önündeki temel seçenekler muhtemelen şunlardır:

  • İçe kapanma,
  • Hiçbir şey olmamış gibi davranma
  • İntikam duygusuna kapılma,
  • Hukuki bir çözüm arama.

Fakat çoğu zaman mağdur birey yaşadıklarının ağırlığı altında oldukça ezilmekte, yorulmakta ve hayat enerjisini kaybetmektedir ki artık ne yaşadıklarını bir kere daha dile getirmeye ne de faillere karşı (hukuki argümanları kullanmak da dahil) mücadele vermeye dermanı kalmamaktadır.

Diğer yandan mağdur birey kendininkilerden daha vahim vakaları gördükçe ya da duydukça, kendi haline şükretmeye başlayıp başkalarının acılarına ağlayan ve kendi yaralarının acılarını unutan; olan biteni, başına gelenleri kanıksamış ve hiçbir acı yaşamamış bir bireye dönüşmektedir. İşte bu kişi mağduriyetini sıradanlaştırmış ve kanıksamış bir bireydir. Bu tür kişilerin kendiliğinden bir motivasyonla siyasi, hukuki ya da toplumsal bir zeminde mücadele azimleri, artık yok olma noktasına varmıştır.

Mağduriyetten kurtulmanın ilk basamağı belki de bu mağduriyet psikolojisinden sıyrılmaktır. Beyninize devamlı surette “mağdur” olduğunuza dair fısıldanan düşüncelerden kurtulmadıkça mağdurluktan gerçek anlamda kurtulmak da mümkün olmayacaktır.

Mağduriyetin Sıradanlığı

“Kötülüğün sıradanlaştığı” bir toplumda mağduriyetlerin yaygınlaşmasından daha doğal ne olabilir ki? İnsan ilişkilerinin menfaate endekslendiği, kötülerin ve kötülük düşüncesinin boyunduruğundaki bir toplumda bireysel refah beklentisinde önceliği doğal olarak güvenlik kaygıları alacaktır. Bu kaygıların giderilebilmesi açısından mağduriyetin sıradanlaştırılmasına ve toplumsal bilinç tarafından kanıksanmasına asla izin verilmemelidir. 

Mağdurun bizzat kendisinin ya da toplumun mağduriyetle mücadele motivasyonunun sürdürülebilmesi açısından alınması gereken tedbirlerin başında tabii ki hukuki mücadele yöntemleri gelmektedir. Bu noktada hukuk dağıtıcıların yaygınlaşan hukuka aykırı eylemleri ve kararları her ne kadar moral bozucu olsa da pes etmemize ya da mücadele azmimizin yok olmasına sebebiyet vermemelidir.

Mağduriyetle mücadelenin, bir tür hukuksuzlukla mücadele olduğu hiçbir zaman unutulmamalıdır. Bugün “ötekine” reva görülen haksız ve hukuksuz muamelenin yarın kendimizin ya da en sevdiklerimizin başına da gelebileceğinin bilincinde olmak zorundayız. Bu yöndeki bir bilinçlenmenin önündeki en büyük engel, gücü zehirli bir ok gibi art arda toplulukların üzerine yağdıran yönetim erkinin ve elitlerinin (eylem, söylem ya da temenni boyutunda olsun) karşısında durulmaması, mağduriyetin sıradanlaştırılması ve böylelikle ortaya çıkan kanıksama halidir.

Mağdurun Yalnızlığı

Sıradanlaşmanın ve kanıksamanın önüne geçmenin etkili bir yöntemi de yaygınlaşan mağduriyetlerin her seferinde, ısrarla ve farklı şekillerde dile getirilmesidir. Bu yönde atılacak her adım bir kıymet ifade etmektedir. Zira mağduriyetinin farkında olmayan ya da yaşadığı travmaları bilinçli olarak unutmak isteyen farklı inanç, görüş ve kimlik sahibi geniş bir kitle var. Öyle zannediyorum ki böyleleri ciddi bir uyarıya ya da uyarana ihtiyaç duymaktalar.

Mağduriyetlere karşı hak arama mücadelesinde tarihe mal olmuş şahsiyetlerin örnek mücadeleleri ve karşı duruş hikâyeleri sık sık nazara verilerek mağdur kitlelerin bozulan moralleri kısmen onarılabilir ve mücadele motivasyonları canlı tutulabilir. Bu motivasyonun canlı tutulması oldukça önemlidir. Çünkü bireyin yaşamakta olduğu mağduriyetten daha büyük olan sorun, mağduriyeti kanıksama halidir. Bu kanıksamanın çaresizlikten ya da temelsiz/anlamsız bir tevekkül anlayışından kaynaklanması arasında ise hiçbir fark yoktur.

Mağduriyetlerle hukuk zemini içerisinde mücadelede meşru bir toplumsal zemin oluşturulmadığı müddetçe bu sıradanlaşma ve kanıksama hali önü alınamaz toplumsal travmalara yol açacaktır. Kişilikleri silinmiş, tercih iradeleri baskılanmış, mücadele azimleri tükenmiş bireylerin çoğaldığı bir toplumda, ne gerçek anlamda demokratik değerlerin yaşandığından ne onurun ve erdemin hayata hayat kılındığından ne de hukukun üstünlüğünün tesis edildiğinden bahsedilebilir. Travma yaşayan bireylerin çoğaldığı şehirlerin ve ülkelerin birer tımarhaneye dönüşmesi ise kaçınılmazdır.