Ülkücülerin Elli Tonu – 1

Genç Cumhuriyetin kuruluş aşamasında Atatürk ilkeleri arasında yerini alan Milliyetçilik, kişilerin mensup olduğu milletin fertlerini sevme, değerlerini benimseme, bağımsızlığını koruma ve her bakımdan milletini yüceltme fikri olarak tanımlanır. Osmanlıda ‘Kul’ tanımı altında ifade edilen toplum, yeni Cumhuriyetle birlikte “Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” ibaresiyle tanımlanmış ve bu ifade anayasaya girmiştir. Atatürk milliyetçiliğinin ırkçılığa karşı olduğu, vatandaşlar arasında hiçbir ayrım yapılmayacağı, herkesin yasalar karşısında eşit haklara sahip olduğu altı çizilerek vurgulanmıştır.

Tabii dünya yerinde durmuyor. Tıpkı başka coğrafyalar gibi Anadolu’da da 1930’dan sonra yeni fikir akımları filizlenmeye başladı. Bu akımların en güçlüsü şüphesiz Komünizm idi ve her geçen gün kitleleri etkisi altına alıyordu. 1938’de Donanma Davası olarak bilinen davada Türkiye’de komünizme göz açtırılmayacağı Nâzım Hikmet, Kemal Tahir gibi isimlere verilen ağır cezalarla perçinlenirken Kominizme karşı Nihal Atsız gibi Türkçü figürlerin sesi daha çok çıkmaya başladı.

II. Dünya Savaşı sürerken Türkiye’de komünist faaliyetlerin arttığını düşünen Atsız “Bizim için Türkçülük kan meselesi olduğu kadar lâakal bir o kadar da vicdan ve kültür meselesidir” diyen devrin başbakanı Şükrü Saracoğlu’na hitaben yazdığı açık mektuplarda, dönemin Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’in “komünistleri kolladığını” ileri sürerek Millî Eğitim Bakanının istifa etmesi gerektiğini kamuoyuna duyurdu. Yine bu mektuplarda Sabahattin Ali’nin de aralarında bulunduğu yazarlara ağır hakaretler etti. Atsız kabına sığmıyordu. Öyle ki; “Milletler kendi soylarını yeryüzüne yayıp hâkim kılmak için istilâ ve fütuhat yapmak mecburiyetindedirler” diyerek Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesini “Milletin manevi enerjisini söndürüyor” gerekçesiyle kabul etmediğini açıkça ifade ediyordu.

Mektuplar sonrası, yapılan hakaretler nedeniyle Sabahattin Ali ile birlikte bir grup yazar Nihal Atsız’dan davacı oldular. 3 Mayıs 1944 günü Nihal Atsız, açılan dava için Ankara’ya geldiğinde, Turancılar Nihal Atsız’a destek olmak için toplandılar. Mahkeme salonuna giremeyen gençler Ulus Meydanı’na doğru yürüyüşe geçtiler. Bu yürüyüş esnasında çıkan olaylarda 165 kişi gözaltına alındı. Gözaltına alınanlar arasında genç Üsteğmen Alpaslan Türkeş de vardı. Daha sonra 1944 Irkçılık-Turancılık Davası olarak tarihe geçen davada Atsız ile beraber Alpaslan Türkeş de yargılandı. Günümüzde bu olayın yaşandığı tarih, 3 Mayıs Türkçülük günü olarak kutlanır.

Alpaslan Türkeş Irkçılık-Turancılık Davasında 9 ay hapis cezası aldı, ama sonra cezası Askeri Yargıtay tarafından bozuldu. Daha sonraki süreçte TSK kariyeri oldukça parlak geçen Türkeş, ABD’de gayrinizami harp eğitiminin ardından 1955 yılında Pentagon’da göreve başladı. NATO Daimî Komitesi’nde bulunan Türk Genelkurmay temsil heyetinde 1958 yılına kadar görev yaptı. ABD dönüşünde Elâzığ’da Albay rütbesiyle görev yaptığı birliğinden Albay Talat Aydemir’in önerisiyle Ankara’ya Millî Birlik Komitesi’ne (MBK) tayin edildi ve böylece darbeyi planlayıp yürütecek olan 38 kişilik MBK içine girdi. Darbe bildirisini 27 Mayıs 1960 sabahı radyodan okuyan Türkeş bir süre sonra istenmeyen adam ilan edildi. Türkeş yalnız değildi, 13 Kasım 1960’ta MBK Başkanı Orgeneral Cemal Gürsel bir bildiri yayımlayarak MBK’ni ülkenin yüksek çıkarlarını tehlikeye düşürdüğü gerekçesiyle feshetti. Yeni oluşturdukları Milli Birlik Komitesinde Alparslan Türkeş’in de içinde bulunduğu ve “Ondörtler” olarak adlandırılan grubu tasfiye ettiler. Bu grup ülkenin köklü yapısal sorunları çözülmeden iktidarın sivillere bırakılmasını reddeden düşük rütbeli on dört subaydan oluşuyordu. On dört subay Türk Silahlı Kuvvetleri’nden de emekli edilerek çeşitli görevlerle yurt dışına tayin edildiler. Alpaslan Türkeş Hindistan Delhi Büyükelçiliğine gönderildi. Ondörtler grubundan Ümit Özdağ’ın babası Yüzbaşı Muzaffer Özdağ, Ülkü ocakları ve öncesinde ülkücülere askeri eğitim verilen komando kamplarının kurucusu Kurmay Binbaşı Dündar Taşer, Büyük Birlik Partisinin kurucu üyelerinden muhafazakâr dindar kimliği ile tanınan Jandarma Yüzbaşı Ahmet Er gibi isimler de vardı.

Alpaslan Türkeş Hindistan dönüşü 1965 yılında Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP)’nin genel başkanlığı ile siyaset sahnesinde boy göstermeye başladı. On dörtler grubundan birçok arkadaşı da aynı dönem CKMP’ye katıldı.

1966 ve 1968 Senato seçimlerinde “Tek idealist parti” (İngilizce “idealist” terimi Türkçe “ülkücü” anlamındadır) sloganını kullanıldı. CKMP’nin gençlik kolları için kullanılan “Milliyetçi-Toplumcu” nitelemesinin, Hitlerin Nasyonal Sosyalizm fikrini çağrıştırmasından dolayı “Ülkücü” terimi ilk defa kullanılmaya başlandı.

Alpaslan Türkeş, partinin tabanını genişletmek ve daha büyük kitlelere ulaşmak için Türklüğün yeterli olmayacağını düşünüyordu. Seyyid Ahmet Arvasi ve Dündar Taşer gibi ideologların destekleriyle Türkçü hareketi “Türk-İslam Ülküsü” modeline evirdi. “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslümanız” sözü bu evrilmenin sonucunda yeni Türk-İslam Ülküsü’nün sloganı olarak Türkeş tarafından dile getirildi.

1969 CKMP Adana Kongresinde partinin adı Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) olarak değiştirildi ve ambleminin üç hilal olması kabul edildi. Bu aşamadan sonra İslami vurguya karşı çıkan seküler milliyetçilerin bir kısmı MHP’den ayrıldılar. Ayrılan isimler arasında Ondörtler Grubu’ndan Muzaffer Özdağ’ da vardır. Yıllar sonra Muzaffer Özdağ, MHP’den neden ayrıldığı ile ilgili olarak şunları söyleyecektir:

“Bizim amacımız, CHP’nin yerini almak ve Atatürk’ün yarım kalan devrimlerini tamamlamaktı. Ne var ki Adana Kongresi’nde CHP’nin değil, merkez sağın üzerine oynanması tercih edildi. Bize de bu partide yapacak bir şey kalmadı. O tarihten sonra MHP’nin sloganları değişti. Tanrı Dağı kadar Türk, bu dağ 5000 metredir sözünün yanına Hira dağı kadar Müslümanız bu dağ ise 500 metredir sözü eklendi.”

(Devam edecek)